29 Kasım 2014 Cumartesi

Yeni Türkiye'de Adamcılık Kültürü ve Hamza Hamzaoğlu

        Öncelikli olarak siyasi görüşümden bahsetmek gerekirse, her ne kadar kategorize edilmekten hoşlanmasam bile genel olarak ekonomik liberalizmi destekleyen ve özgürlükçü biri olarak tanımlayabilmem mümkün kendimi. Dolayısıyla bu ülkedeki aşağı yukarı her liberal gibi Turgut Özal'ın da başarılı bir siyasetçi olduğunu ve Türkiye’ye çok önemli şeyler kattığını düşünmekteyim. Gelgelelim Özal döneminde toplumda yaşanan değişimlerin bazı kültürel yozlaşmalara sebep olduğu ve bunun da geri dönüşü mümkün olmayan –ve hatta etkilerini gittikçe daha acı bir şekilde tecrübe edeceğimiz- sonuçlara yol açtığı açık. Bunun en acısı ve sonuçları en ağır olanı şüphesiz ki adam kayırmacılık, torpil ve kadrolaşma konusu. Bu durumun ülkenin her zaman en önemli sorunlarından biri olduğu doğruysa da 80 sonrası iyice ayyuka çıktığını ve hatta –ne acı ki- herkes tarafından normal karşılanmaya başlandığını giderek görüyoruz. Özal dönemiyle birlikte her gelen iktidar devlet kadrolarına kendi adamlarını doldurdu, kendisinden önceki kadroların tamamını –yeteneklerine ve yaptıklarına bakmaksızın- sindirdi veya kızağa çekti ve maalesef devlet kurumlarındaki atamalarda başarılar ve donanımdan ziyade “birilerinin adamı olmak” daha önemli bir unsur haline gelir oldu. Bu durumun devlet kurumlarında gittikçe büyüyen bir yozlaşmaya ve kalitesizliğe sebep olduğu açık.

        Diğer taraftan son 10 yıldaki siyasi iktidar ve onun  “Yeni Türkiye”si ile bu durumun da iyice çığrından çıktığını görüyoruz. Doğru düzgün profesörlük tecrübesi olmadan YÖK başkanı olanlar, ÖSYM gibi milyonlarca insanın kaderini etkileyen bir kurumun adını skandallara bulaştıran badem bıyıklılar, hayvanat bahçesi müdürlüğünden TÜBİTAK başkanlığına terfi edenler, PTT genel müdürüyken hiçbir tenis geçmişi olmamasına rağmen bir sabah Tenis Federasyonu Başkanı olarak uyananlar… Daha da acısı ise bu durumun artık devlet kadrolarıyla sınırlı kalmaması ve özel kurumları, hatta onlarca yüzlerce yıllık kurumları da etkileyecek seviyeye gelmesi. Maalesef Yeni Türkiye’nin yöneticileri artık gazete patronlarını belirlemekten STK’ların seçimlerine müdahil olmaya kadar geniş bir alanda kendilerini yetkili görüyorlar ve kamu-özel ayırmaksızın bütün kurumların başında kendi adamlarını görmek için çabalıyorlar. Bu çabanın ürünü olarak rüşvet, tehdit, şantaj gibi konular da günlük hayatımızın sıradan bir parçası haline geliyor.

        İşte Hamza Hamzaoğlu’nun Galatasaray teknik direktörlüğü görevine gelebilmesi de bu düşünce yapısının ve bu düşünce yapısından beslenen, cüret alanların eseri.

        Öncelikle tanımayanlar için kısaca Hamza Hamzaoğlu’ndan bahsedelim. 1991-1995 yılları arasında Galatasaray futbolcusu olan Hamza, Galatasaray’dan ayrıldıktan sonra da çeşitli takımlarda forma giydi ve futbolu bırakınca 2. Lig ekibi Malatyaspor ile teknik direktörlüğe adım attı. Teknik direktörlükte gösterdiği başarının sonucu olarak gittikçe daha iyi takımlara transfer oldu ve en son olarak oldukça mütevazı bir kadroya sahip Akhisar Belediyespor’u Süper Lig’e çıkarıp –üstelik göze gayet iyi gelen bir futbolla- orada tutmayı başardıktan sonra milli takım yardımcı antrenörlüğüne terfi etti.


        Hikâyenin buraya kadarını okuyunca Hamza Hamzaoğlu’nun bir yerlere tamamen kendi çabalarıyla hak ederek geldiğini düşünmemiz normal (her ne kadar muhafazakar kesime olan yakınlığı her zaman bilinse de). Muhtemelen milli takımda gösterdiği başarılı bir antrenörlük performansının sonucu olarak birkaç sene sonunda milli takım teknik direktörlüğüne getirilse veya Galatasaray gibi bir takımın başına gelse ortada hiç kimsenin sorgulamayacağı bir durum olabilirdi. Hatta içten içe mutlu bile olurduk “eski bir futbolcumuz teknik direktörümüz oldu” diye.

        Fakat maalesef hikayenin devamı böyle gelişmedi. Çünkü Hamza bir yerlere başarısıyla değil de birilerinin adamı olarak gelmeyi tercih etti. Bu yüzden de hikayenin devamında başrolde sıradan bir minibüs şoförlüğünden sürekli birilerinin adamlığını yaparak İstanbul’un en büyük servis şirketinin patronluğuna yükselen ve hatta Türkiye’nin en köklü spor kulüplerinden birinde başkan yardımcılığı görevine gelen bir adam (Abdurrahim Albayrak) ile onun çok yakın dostu, milli takımda başarısız olmasına rağmen birilerinin adamı olduğu için görevi ve parası asla sorgulanmayan bir adam (Fatih Terim) var. Bu ikilinin yakın dost olmalarının yanında bir diğer ortak özellikleri ise bin odalı sarayda yaşayan büyük reislerine olan kayıtsız şartsız itaatleri. İşte Hamza Hamzaoğlu bu ikilinin görüşmesi ve “takımın başına bizden birini getirelim, niteliği önemli değil bize itaat edecek biri olsun” düşüncesinin ürünü olarak teknik direktör oluyor. Farkındaysanız Hamza’nın hikayesini yazıyoruz ama Hamza başrolde bile değil. Başroldeki adamlar iktidar ilişkileri ve siyasi durumlarından ötürü daha 1 sene önce bu takımdan uzaklaştırılan iki adam ve maalesef benim desteklediğim kulübün -benim desteklediğim kulüp olması bir yana- bu ülkenin en köklü, cumhuriyetten bile eski kurumlarından birinin teknik direktörü böyle bir düşünce yapısının ürünü olarak belirleniyor. Maalesef yazının başında bahsettiğim ’80 sonrası yozlaşmasının insanın kanına en dokunan sonuçlarından biri de bu oluyor. (Örneğin Galatasaray’ın 2000 kadrosundaki en düzgün, kendini en iyi yetiştiren adamlarından biri olan Tugay Kerimoğlu kimseye eyvallah demediği için bu takımda adam akıllı görev alamazken tek vasfı Fatih Terim’e yancılık yapmak olan adamlar bu ülke futbolunda söz sahibi olabiliyor.)


(Bu noktada işin dünya görüşünüzün iktidara yakın olmasıyla alakası olmadığını da görüyoruz. Dünya görüşünüz ne olursa olsun, “büyüklerinize” kayıtsız şartsız itaat ediyorsanız bir yerlere gelmeniz için yeterlidir. Ve her ne kadar bu yazıyı kendi takımım özelinde yazsam da “adamcılık” düşüncesinin etkilerini ülkedeki tüm spor kulüplerinde, hatta spor dışı kurumlarda da görmek maalesef mümkün. Dolayısıyla bu adamcılık durumu da particilikten -bağlantılı olsa da- bağımsız bir olgu )

        Peki, bu göreve yeterli donanıma sahip olmadan gelen Hamza Hamzaoğlu başarılı olabilir mi? Olursa da fazla şaşırmayacağım, zira zaten içinde bulunduğumuz lig öyle çok kaliteli ve gerçekten büyük teknik direktörlük maharetlerine ihtiyaç duyulan bir lig değil. Diğer taraftan yabancı teknik direktör varken sahada dolaşan yerli futbolcuların da takımın başına “kendilerinden biri”nin gelmesiyle daha canla başla mücadele edeceklerine eminim, bu da başarılı olmasını sağlayabilir. Ama bu saatten sonra başarı çok da önemli değil. Bu şekilde takımın başına gelen bir adamın yaşatacağı başarıyı Prandelli ile gelecek başarısızlığa her zaman tercih edecek bir insan olarak bundan sonra tuttuğum takımın maçlarını biraz daha soğuk, biraz daha isteksiz olarak; hatta zaman zaman eskiden koşmayı unutup yeni teknik direktörleri ile birden koşmaya başlayan yerli futbolculardan dolayı midem bulanarak takip edeceğim.

        Peki ben Hamza’nın başarısız olmasını ister miyim? Bir yanım Hamza’nın başarısız olup kovulmasına üzülmeyecek olsa bile tuttuğum takımın başarısız olmasını isteyemem, hatta başarılı olsun diye içten içe dilerim, Hamza başarılı oldu diye değil Galatasaray başarılı oldu diye mutlu olurum bir taraftar olarak elbette. Bu da taraftar olmanın bir zaafı işte. Zaten o taraftarlık zaafı da olmasa bu boktan ülkenin boktan futbol düzenini takip etmeyi çoktan bırakırdık ya, hepsini o yüzden çekmek zorunda kalıyoruz.  

17 Eylül 2014 Çarşamba

kendime dair..

        Bazen elimdeki Milli Piyango biletlerinin sonuçlarına çekilişi yapılmış olsa bile bakmıyorum, çekilişten sonra sonuçları  kontrol etmeden o biletleri 3-4 gün daha cüzdanımda taşıyorum. Bu süreçte ara ara "Aslında belki de şu an milyonerimdir ama bundan haberim bile yoktur" diye düşünüyorum ve bundan sapıkça bir mutluluk duyuyorum.

21 Şubat 2014 Cuma

Gözleri Aşka Gülen - Juanito'nun hikayesi

        “Los Alcarson” Fransız bir müzik grubudur. 1960’lı yıllarda çıkardıkları bir İspanyolca albüm kısa sürede dünyada büyük ilgi görürken, özellikle Türkiye’de listelerde birinci sıraya oturur. Bunun üzerine grup üyeleri Türkiye’ye gelip sevenleriyle tanışma ve onlara konser verme kararı alarak Lyon’dan İstanbul’a gelmekte olan “Orient Express”e atlar. Oradan da yine trenle ilk konser verecekleri yer olan Ankara’ya geçeceklerdir. Tesadüf bu ya, trende İstanbul’a gitmekte olan Ermeni asıllı bir Türkiyeliyle tanışırlar. Kendilerini tanıttıktan sonra Türkiye’ye gitme sebeplerinden bahsederler ve konserde bir Türkçe parça okumak istediklerini söyleyerek o dönem Türkiye’deki en popüler şarkıyı sorarlar. Tanıştıkları kişi grup üyelerinin o dönem Türkiye’de oldukça popüler olan Zeki Müren’in “Gözleri Aşka Gülen” şarkısının sözlerini ve melodisini kaleme dökmelerine yardım eder. Grup üyeleri uzun süren yolculuk boyunca bu şarkıya çalıştıktan sonra Sirkeci Garı’na indiklerinde şarkıyı sahnede söylemeye hazırdırlar bile.

        İlk konser aynı günün akşamı Ankara’dadır. Konser verecekleri salonda büyük bir kalabalığın yanı sıra Dario Moreno da vardır. Los Alcarson “Gözleri Aşka Gülen”i söylerken salondan büyük bir ilgi ve alkış görür. Bu yoğun ilgi üzerine Türklere çok ısınan ve Türkiye’yi çok seven solist Juanito grubundan ayrılarak Türkiye’ye yerleşmeye karar verir. Bu fikrini ilk açtığı kişi olan babası ise şu sözlerle destekler oğlunu: “Oğlum sen zaten Tunus’ta doğdun, yani bir yerde Osmanlı’sın. Şu anda da aslında özüne dönüyorsun. Ben bundan mutluluk duyarım."

        Juanito 3 ay gibi kısa bir sürede Türkçe öğrenir, İstanbul’da ve Dario Moreno sayesinde Ege Bölgesi’nde birçok konser verir, özellikle o dönem Fecri Ebcioğlu’nun başını çektiği kişilerle birlikte çalışarak Fransızca’dan çevrilen bir çok şarkıyı kırık Türkçesiyle seslendirir ve herkese sevdirir. Sonrasında ise ses tellerinden geçirdiği bir rahatsızlık üzerine müzik kariyerine nokta koymak zorunda kalır ve tıpkı Türkiye’ye gelişi gibi yine sessiz sedasız bir şekilde ayrılır bu topraklardan.

        Belki farkında olmadan bir şarkısına bir yerlerde çalarken denk gelmişsinizdir, ama eminim bugün bu topraklarda, özellikle genç nüfusun çoğu Juanito’nun bu farklı hikayesinden hatta varlığından dahi haberdar değildir. Bundan dolayı ben de kısa süre önce tesadüfen keşfettiğim,  bugün Paris sokaklarında taksicilik yapmakta olan bu güzel adamı insanlara tanıtmak için uzun zaman sonra bloga yazmaya geri dönerken, onu Türkiye’de ünlü yapan şarkıyı ise “gözleri aşka gülen” sevdiceğime ithaf etmek istedim. İyi dinlemeler :)