Öncelikli olarak siyasi
görüşümden bahsetmek gerekirse, her ne kadar kategorize edilmekten hoşlanmasam bile genel olarak ekonomik liberalizmi destekleyen ve
özgürlükçü biri olarak tanımlayabilmem mümkün kendimi. Dolayısıyla bu ülkedeki
aşağı yukarı her liberal gibi Turgut Özal'ın da başarılı bir siyasetçi olduğunu
ve Türkiye’ye çok önemli şeyler kattığını düşünmekteyim. Gelgelelim Özal
döneminde toplumda yaşanan değişimlerin bazı kültürel yozlaşmalara sebep olduğu
ve bunun da geri dönüşü mümkün olmayan –ve hatta etkilerini gittikçe daha acı
bir şekilde tecrübe edeceğimiz- sonuçlara yol açtığı açık. Bunun en acısı ve
sonuçları en ağır olanı şüphesiz ki adam kayırmacılık, torpil ve kadrolaşma
konusu. Bu durumun ülkenin her zaman en önemli sorunlarından biri olduğu doğruysa
da 80 sonrası iyice ayyuka çıktığını ve hatta –ne acı ki- herkes tarafından
normal karşılanmaya başlandığını giderek görüyoruz. Özal dönemiyle birlikte her
gelen iktidar devlet kadrolarına kendi adamlarını doldurdu, kendisinden önceki
kadroların tamamını –yeteneklerine ve yaptıklarına bakmaksızın- sindirdi veya
kızağa çekti ve maalesef devlet kurumlarındaki atamalarda başarılar ve
donanımdan ziyade “birilerinin adamı olmak” daha önemli bir unsur haline gelir
oldu. Bu durumun devlet kurumlarında gittikçe büyüyen bir yozlaşmaya ve kalitesizliğe
sebep olduğu açık.
Diğer taraftan son 10
yıldaki siyasi iktidar ve onun “Yeni
Türkiye”si ile bu durumun da iyice çığrından çıktığını görüyoruz. Doğru düzgün
profesörlük tecrübesi olmadan YÖK başkanı olanlar, ÖSYM gibi milyonlarca
insanın kaderini etkileyen bir kurumun adını skandallara bulaştıran badem
bıyıklılar, hayvanat bahçesi müdürlüğünden TÜBİTAK başkanlığına terfi edenler,
PTT genel müdürüyken hiçbir tenis geçmişi olmamasına rağmen bir sabah Tenis
Federasyonu Başkanı olarak uyananlar… Daha da acısı ise bu durumun artık devlet
kadrolarıyla sınırlı kalmaması ve özel kurumları, hatta onlarca yüzlerce yıllık
kurumları da etkileyecek seviyeye gelmesi. Maalesef Yeni Türkiye’nin
yöneticileri artık gazete patronlarını belirlemekten STK’ların seçimlerine
müdahil olmaya kadar geniş bir alanda kendilerini yetkili görüyorlar ve
kamu-özel ayırmaksızın bütün kurumların başında kendi adamlarını görmek için
çabalıyorlar. Bu çabanın ürünü olarak rüşvet, tehdit, şantaj gibi konular da
günlük hayatımızın sıradan bir parçası haline geliyor.
İşte Hamza Hamzaoğlu’nun Galatasaray teknik direktörlüğü görevine gelebilmesi de bu düşünce yapısının ve bu düşünce yapısından beslenen, cüret alanların eseri.
Öncelikle tanımayanlar
için kısaca Hamza Hamzaoğlu’ndan bahsedelim. 1991-1995 yılları arasında
Galatasaray futbolcusu olan Hamza, Galatasaray’dan ayrıldıktan sonra da çeşitli
takımlarda forma giydi ve futbolu bırakınca 2. Lig ekibi Malatyaspor ile teknik
direktörlüğe adım attı. Teknik direktörlükte gösterdiği başarının sonucu olarak
gittikçe daha iyi takımlara transfer oldu ve en son olarak oldukça mütevazı bir
kadroya sahip Akhisar Belediyespor’u Süper Lig’e çıkarıp –üstelik göze gayet
iyi gelen bir futbolla- orada tutmayı başardıktan sonra milli takım yardımcı
antrenörlüğüne terfi etti.
Hikâyenin buraya kadarını
okuyunca Hamza Hamzaoğlu’nun bir yerlere tamamen kendi çabalarıyla hak ederek
geldiğini düşünmemiz normal (her ne kadar muhafazakar kesime olan
yakınlığı her zaman bilinse de). Muhtemelen milli takımda gösterdiği başarılı bir
antrenörlük performansının sonucu olarak birkaç sene sonunda milli takım teknik
direktörlüğüne getirilse veya Galatasaray gibi bir takımın başına gelse ortada hiç
kimsenin sorgulamayacağı bir durum olabilirdi. Hatta içten içe mutlu bile
olurduk “eski bir futbolcumuz teknik direktörümüz oldu” diye.
Fakat maalesef hikayenin
devamı böyle gelişmedi. Çünkü Hamza bir yerlere başarısıyla değil de
birilerinin adamı olarak gelmeyi tercih etti. Bu yüzden de hikayenin devamında
başrolde sıradan bir minibüs şoförlüğünden sürekli birilerinin adamlığını
yaparak İstanbul’un en büyük servis şirketinin patronluğuna yükselen ve hatta
Türkiye’nin en köklü spor kulüplerinden birinde başkan yardımcılığı görevine
gelen bir adam (Abdurrahim Albayrak) ile onun çok yakın dostu, milli takımda
başarısız olmasına rağmen birilerinin adamı olduğu için görevi ve parası asla
sorgulanmayan bir adam (Fatih Terim) var. Bu ikilinin yakın dost olmalarının
yanında bir diğer ortak özellikleri ise bin odalı sarayda yaşayan büyük
reislerine olan kayıtsız şartsız itaatleri. İşte Hamza Hamzaoğlu bu ikilinin
görüşmesi ve “takımın başına bizden birini getirelim, niteliği önemli değil
bize itaat edecek biri olsun” düşüncesinin ürünü olarak teknik direktör oluyor.
Farkındaysanız Hamza’nın hikayesini yazıyoruz ama Hamza başrolde bile değil. Başroldeki
adamlar iktidar ilişkileri ve siyasi durumlarından ötürü daha 1 sene önce bu
takımdan uzaklaştırılan iki adam ve maalesef benim desteklediğim kulübün -benim
desteklediğim kulüp olması bir yana- bu ülkenin en köklü, cumhuriyetten bile
eski kurumlarından birinin teknik direktörü böyle bir düşünce yapısının ürünü
olarak belirleniyor. Maalesef yazının başında bahsettiğim ’80 sonrası
yozlaşmasının insanın kanına en dokunan sonuçlarından biri de bu oluyor. (Örneğin
Galatasaray’ın 2000 kadrosundaki en düzgün, kendini en iyi yetiştiren
adamlarından biri olan Tugay Kerimoğlu kimseye eyvallah demediği için bu
takımda adam akıllı görev alamazken tek vasfı Fatih Terim’e yancılık yapmak
olan adamlar bu ülke futbolunda söz sahibi olabiliyor.)
(Bu noktada işin dünya
görüşünüzün iktidara yakın olmasıyla alakası olmadığını da görüyoruz. Dünya
görüşünüz ne olursa olsun, “büyüklerinize” kayıtsız şartsız itaat ediyorsanız
bir yerlere gelmeniz için yeterlidir. Ve her ne kadar bu yazıyı kendi takımım
özelinde yazsam da “adamcılık” düşüncesinin etkilerini ülkedeki tüm spor
kulüplerinde, hatta spor dışı kurumlarda da görmek maalesef mümkün. Dolayısıyla bu adamcılık durumu da particilikten -bağlantılı olsa da- bağımsız bir olgu )
Peki, bu göreve yeterli
donanıma sahip olmadan gelen Hamza Hamzaoğlu başarılı olabilir mi? Olursa da
fazla şaşırmayacağım, zira zaten içinde bulunduğumuz lig öyle çok kaliteli ve
gerçekten büyük teknik direktörlük maharetlerine ihtiyaç duyulan bir lig değil. Diğer taraftan
yabancı teknik direktör varken sahada dolaşan yerli futbolcuların da takımın
başına “kendilerinden biri”nin gelmesiyle daha canla başla mücadele
edeceklerine eminim, bu da başarılı olmasını sağlayabilir. Ama bu saatten sonra
başarı çok da önemli değil. Bu şekilde takımın başına gelen bir adamın
yaşatacağı başarıyı Prandelli ile gelecek başarısızlığa her zaman tercih edecek
bir insan olarak bundan sonra tuttuğum takımın maçlarını biraz daha soğuk,
biraz daha isteksiz olarak; hatta zaman zaman eskiden koşmayı unutup yeni
teknik direktörleri ile birden koşmaya başlayan yerli futbolculardan dolayı
midem bulanarak takip edeceğim.
Peki ben Hamza’nın başarısız
olmasını ister miyim? Bir yanım Hamza’nın başarısız olup kovulmasına üzülmeyecek
olsa bile tuttuğum takımın başarısız olmasını isteyemem, hatta başarılı olsun
diye içten içe dilerim, Hamza başarılı oldu diye değil Galatasaray başarılı oldu diye mutlu olurum bir taraftar olarak elbette. Bu da taraftar olmanın bir
zaafı işte. Zaten o taraftarlık zaafı da olmasa bu boktan ülkenin boktan futbol
düzenini takip etmeyi çoktan bırakırdık ya, hepsini o yüzden çekmek zorunda
kalıyoruz.