Normalde sosyal medyadan kitap tavsiyesi verme adetim yoktur
ama bu adeti bozmaya değer bir kitap bu.
“Biz Hayır Diyoruz” Metis tarafından yayınlanan bir Eduardo
Galeano yazıları seçkisi. Benimse okuduğum ilk Eduardo Galeano kitabı. Bundan
sonra da son olmayacağına eminim. Seçkidekilerin bazıları Eduardo Galeano’nun
bütün dünyada yankı uyandıran ve tartışılan yazıları iken, bazı yazılar Güney
Amerika ülkeleri ile Türkiye arasındaki benzerlikleri ortaya koymak için
editörler tarafından özel olarak belirlenmiş. Kimi yazılarını ise (özellikle
2000’lerden sonra yazılanlar) bizzat Eduardo Galeano Türkiyeli okurlara özel
olarak seçmiş.
Bu yazılarında Galeano kimi zaman kendisiyle yüzleşirken,
kimi zaman yazarın görevinin ne olduğunu ve topluma karşı sorumluluğunu
sorguluyor: Siyasi baskı sebebiyle düşüncelerini özgürce ifade edemeyen veya hapse
gönderilmiş bir yazarın durumunun da bir nevi sürgün olup olmadığı fikrini
akıllara düşürüyor, “karın tokluğuna yaşamaya çalışan insanların ülkesinde,
kitapların bu kişilerin alım gücünü aşması da sansürün ve ifade özgürlüğünün
kısıtlanmasının bir başka çeşidi değil midir?” sorusunu çarpıyor yüzümüze.
Bunun dışında bazen Zidane’ın 2006 Dünya Kupası finalindeki
sansasyonel hareketi üzerinden futbol-küreselleşme ve ırkçılık ilişkisini,
bazense ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado’nun eserleri üzerinden Üçüncü Dünya
ülkelerindeki açlığı ve Batı Dünyası’nın buna karşı olan körlüğü ve
iletişimsizliğini, hatta daha da ileri giderek bundaki payını inceliyor.
Ve tabi ki Güney Amerika yerlileri. Galeano en çok da
Avrupalılar tarafından bu topraklardaki kökleri 10000-15000 sene önceki Maya
uygarlıklarına dayanan insanlara yapılan planlı zulüm ve onların yıllarca
görmezden gelinmesini – ve zaman zaman hala da görmezden gelinmelerini - taşıyor
yazılarına. Dünyanın geri kalanına ilkel ve barbar olarak yansıtılan bu
insanların aslında 1500’lü yıllarda topraklarını işgal eden Avrupalılardan ne
kadar da daha aydın fikirli olduklarını gösteriyor. Katolik düşünce yapısı kendi
kültürünü empoze edene kadar eşcinselliğin Amerika topraklarında normal
görülüşünü, gelip de kendi kültürlerini anlatan bir Avrupalı’ya “Peki siz
krallarınızı neye göre seçiyorsunuz?” diye soran – kadınlar ve erkekler
tarafından birlikte seçilmiş – bir kabile reisini ve kabilelerin birbirleriyle
savaşa giriştiği bir dönemde bu savaşı bitirene kadar cinsellik grevi yaparak
erkekleri barışın yoluna getiren cesur yerli kadınları, anneleri anlatıyor
bize. Ve resmi tarihin yazmamasına rağmen toprak reformunu yapan ilk ülkenin
Uruguay, köleliği kaldıran ilk ülkenin Haiti olduğunu, fakat şimdi bu Haiti halkının ülkelerinde çıka(rıla)n iç savaş yüzünden nasıl da başka coğrafyalara kaçmak
zorunda kaldığını söylüyor bize. Bu noktada ülkesindeki iç savaştan kaçarken
Karayip Denizi’nde boğulan Haitililer ile Ege Denizi’nde boğulan Suriyeliler’in
kaderleri arasında ilişki kurup ders çıkarmak ve bu benzer senaryonun ortak
aktörlerini sorgulamak da biz okurlara düşüyor.
Bu kitap sayesinde yaşanılan coğrafya değişse de, Güney
Amerika’ya da baksak Ortadoğu’ya da baksak “gelişmekte olan” ülkelerin
kaderlerinin pek de değişmediğini görüyor; ve tıpkı Galeano gibi biz de “Batı
Dünyası”nın bizi razı etmeye çalıştığı korku imparatorluklarına, hala devam
eden sömürgeci anlayışa, demokrasi görünümlü diktatörlüklere, paranın ve
savaşın özgürlüğüne-övülmesine hayır diyerek bir kere daha insan onuruna,
barışa, gerçek demokrasiye ve sanatın ve aşkın gücüne evet diyoruz. Aynı
zamanda bu eser sayesinde Eduardo Galeano’nun neden “Dünya’nın vicdanı”* olarak
nitelendirildiğini de bir kere daha anlama şansı yakalamak mümkün oluyor.
Ben gerçekten -ilk defa blogdan bir kitap tavsiye edecek
kadar – beğendim ve etkilendim. Sizin de okumanızı tavsiye ediyor ve
beğeneceğinizi umuyorum.
Şimdiden keyifli okumalar.
*: Eduardo Galeano için "Dünya'nın vicdanı" tanımlaması John Berger'a aittir.